Kişisel sergisi “Bilinmeyen Uzuvlar” ile Büyükdere35 Kültür Sanat Platformu’nda buluştuğumuz Baysan Yüksel yetişkinler masasının çocuk kalan üyelerinden. Ressam, çizer ve yazar kimliklerini bir arada barındıran Yüksel, çocukluk kavramı üzerinden birey olmak, toplumu sorgulamak ve doğruları olduğu gibi kabullenmemeye yoğunlaşıyor.
Baysan Yüksel’in eserlerinde karşılaştığımız yılan ve ahtapot figürleri hem masallardan çıkıp gelen fantastik ögeler hem de gerçek hayatın “bilinmeyen uzuvları”. Yüksel ile Büyükdere35 Kültür Sanat Platformu’ndaki “Bilinmeyen Uzuvlar” isimli kişisel sergisi üzerinden ele aldığı konu ve formlar, beslendiği masalsı ögeler hakkında konuştuk. Sergi 10 Kasım’a kadar ziyaret edilebilir.
Eserlerinizde rüyalar ve masallardan esinlenirken inanç, rutin, tüketim kültürü gibi kavramları sorguladığınız biliniyor. Bu bağlamda, ele aldığınız konu ve kavramlar arasındaki ilişkiden bahsedebilir misiniz?
Çalışmalarım iki kısma ayrılıyor. Birincisi, daha toplumsal olan gündelik hayat pratikleri, rutinler ve inançları sorguladığım bir yapıyken, diğeri ise tam tersi diyebileceğim birey olma ve arada kalma duygusunu ele alıyor. Birincisinde çok keskin bir şekilde kurgulanmış, öyle yaşamak zorunda olduğumuz ve popüler kültürle benimsetilen olay ve olguları ele alıyorum. “Ben kimim?”, “Neleri yapmak zorundayım ya da değilim?” gibi sorulardan hareketle de masal ve rüyaların kaynağı olan bilinçaltına ulaşıyorum. Bana göre, her ikisinin de benzer bir dili var. Masal ve rüyalarda çok kısa anlatımlar ve yoğun imgelerle hızlı bir şekilde sonuca gidiliyor. Bu açıdan, masal dünyasının bilinçaltına çok daha yakın olduğunu düşünüyorum. “Bilinmeyen Uzuvlar” sergisine baktığımda ise çoğunlukla birey olmanın zorluklarına değindiğim işler göze çarpıyor. Toplumsal sorgulamayla birey olmanın zorluklarını fark ettikten sonra, bu zorluğun yarattığı duygu durumlarıyla ilgilenmeye başladım. Bu nedenle, yarattığım kompozisyonlarda tek bir figür kullandım ve bireyi ön plana çıkardım. Bir nevi arada kalmışlık söz konusu aslında, eserlerimde kişinin nasıl bir birey olacağı hatta birey olup olamayacağı dahi tartışmaya açık bir konu.
“Yılan” ve “ahtapot” ögeleri, eserlerinizin birçoğunda yer alıyor. Bahsi geçen kavramlar ve öne çıkardığı anlamlarından bahseder misiniz?
“Bilinmeyen Uzuvlar” sergisi için konuşursak, ahtapot sembolünü ilk kez kullandığım bir seri oldu. Ahtapot benim için “kaygı” anlamını taşıyor: Anatomik olarak insan yapısına en uzak canlılardan biri; deniz altında yaşayan, sekiz kolu ve üç kalbi bulunan çok zeki bir varlık. Sergi kapsamında ele aldığım ahtapot ise kendi habitatından uzaklaştırdığım uzuvlarla yaşıyor. Bu uzuvlar asıl olarak kaygının yarattığı bilinmezliği referans alıyor. Özellikle, ahtapotun uzuvlarında eklemlerin olmaması kaygı ile özdeşleştirdiğim bir başka özellik. Tetiklediği yeri takip etmekte zorlandığımız, aniden gelen bir şey kaygı ve uzuvlar. Yalnızca bireysel değil, toplumsal alanlarda da durum aynı. Ahtapotu kullanma sebebim tam olarak bu.
Yılan ise çok evrensel ve bilinçaltımızda yer edinen bir şey. Nesiller boyunca aktarılan korkularla zihnimizde var olan yılan kavramı, birçok şeyin sembolü olarak kullanılıyor. Dönüşüm ve döngü ise benim ilgilendiğim anlamları. Örneğin, bütün zamanın çizgisel değil de döngüsel olduğunu yansıtırken, iyi bir şeyin ardından gelen kötülüğün bir süre sonra iyilikle yer değiştirmesi gibi aynı düzlemde tekrar eden bir sistem, bahsettiğim döngüde yer alan bir şey. Yılanı da ona yüklediğimiz döngüsel anlamda kullanıyorum zaten, korkulan bir şey olarak değil.
Sizin de belirttiğiniz gibi yılan kavramı, çoğu zaman korku ile özdeşleştirilir. Siz yılanlara bu şekilde yaklaşmaya nasıl başladınız?
Ben yılandan çocukken de korkmazdım. Zaten yılan da olmak üzere birçok hayvanın bir arada yaşadığı bir ortamda büyüdüm. Yılanlar ayakları, bacakları olmayan oldukça esnek varlıklar. Bu yönleriyle de ürkütücü olabiliyorlar, evet. Bu nedenle yılanları korku yerine yarattığı döngü çağrışımı üzerinden ele aldım. Hatta yılanlardan korkmayalım istiyorum, o nedenle bile kullanmış olabilirim. (Gülüyor)
Yılan ve ahtapot kavramları, başta mitolojik hikâyeler olmak üzere evrensel birçok masalda yer alıyor. Sizin beslendiğiniz masal ve hikâyeler nelerdir?
İlk olarak, Andersen Masalları benim için çok önemlidir. Çocukken de çok severdim, kitabımı da hâlâ saklarım. Grimme Masalları’nı da severim ama ondan farklı bulduğum yönleri de vardır. Oradaki masallarda iyi-kötü döngüsünü hissedersiniz, karakterler daha korkutucudur. Andersen Masalları’nda ise anlatılan konular daha insani ve romantik bir yaklaşım barındırır. İnsan olmanın özüne daha iyi iner.
Ayrıca anneannemden dinlediğim masallar da beni çok etkilemiştir. Küçükken onlarla büyüdüm ben. Çok güzel masallar anlatır ve enteresan tekerlemeler bilirdi. Sürreal bir anlatımı vardı diyebilirim.
Kendinizi dünyaya hikâye anlatmak için gelen, basit ancak aynı zamanda acı veren bir göreve sahip olarak tanımlıyorsunuz. Hikâye, masal gibi yazı disiplinindeki ögeleri görsel bir dille anlatma nedeniniz nedir?
Hikâye anlatıcılığı ailemde geleneksel bir şey. Özellikle anne tarafımda, anneannemin yaşadıkları ve onları anlatış biçimi hikâyelere benzerdi. Annem de böyle bir kadındı. Bu nedenle, sürekli olarak hikâyeler anlatılan bir ortamda büyüdüm. Ben de hikâyeler yazıyorum ancak bu kimliğimin diğerlerine göre daha baskın olduğunu söyleyemem. Görsel bir dille düşündüğüm zaman, üzerinde çalışacağım konu ve ögeleri gözümün önünde belirmeye başlar. Hikâyesel bir dille düşündüğümde ise birilerinin kulağıma bir şeyler fısıldadığını duyumsarım. O noktada, fısıldanan hikâyeler görsel bir dile dönüşür ve çalışmalarıma o şekilde yansır. Bir tür sinestezi yeteneğim var bana kalırsa, birçok duyum birbiriyle bağlantı kurabiliyor. Mesela, resim yaparken o an şarkı söylediğimi ya da bir şeyler yazdığımı düşünüyorum, öyle hissediyorum. Dolayısıyla görsel anlatım dili, bir anlamda hikâyelerimin çevirisi oluyor. Sinemalar da böyledir zaten. Ancak benimkiler dondurulmuş kareler.
Hikâye, yapı itibarıyla bir süreci ve sonucu kapsar. İzleyicileriniz, hikâye ve masallarınızın sürecine mi yoksa sonucuna mı tanık oluyor?
Sonucu gördüğümüz çalışmalar üretiyorum. Her iş kendi içinde bir hikâye anlatıyor ancak ortak bir başlık altında toplanıyorlar. Böyle söylemek tam anlamıyla doğru değil ama çalışmalarımı toplu öyküler kitabındaki küçük hikâyeler gibi düşünebiliriz. İsimleri de onlar hakkında çok şey anlatıyor zaten, bir tür başlık gibi. Hikâye anlatıcılığı üzerinden ilerlediğim için de isimle eserin ilişki kurması ve eseri anlatması, benim için çok önemli.
Ele aldığınız konuları masalsı ögelerle aktarırken, gördüğümüz figürler içsel dünyanızı mı yoksa çevrenizdeki karakterleri mi yansıtıyor?
Gözlemci bir kimliğe sahip olduğum için figürlerim, çevremde gördüğüm kişilerle ait olduğum karakterin bir araya gelmesinden oluşuyor. Bir araya gelme sürecinde sezgisel çalıştığım için de eserlerimin bu tür yaratımlar olduğunu söyleyebilirim. Ahtapotu düşünecek olursak, ilk önce görsel bir figür olarak gözümün önünde canlandı. Sonrasında ise ahtapotla neler yapabileceğim üzerine araştırmalara başladım. Araştırmalar ve karakterimin, eserlerime tek tipleşmiş bir figür olarak yansımasından özellikle kaçındım. Çevremde gördüklerimden de beslenerek farklı kadın karakterler üretmeye çalıştım ki herkes kendisinden bir şeyler görebilsin. Ayrıca, bahsi geçen yaratım sürecinde bir yazar gibi de düşünüyorum. Ancak düşündüklerim görsel bir dille ortaya çıkıyor, bu şekilde çıkmak istiyor belki. Ben de öyle yansıtıyorum.
Her iki durumda da ele alınan figür ve konular, bakan mı yoksa bakılan konumundan mı izleyiciye aktarılıyor?
Karakterin kendi iç dünyasını nasıl gördüğünü yansıtıyorum. Onlara bir ayna tutmak gibi düşünebiliriz aslında. Daha toplumsal işler yaptığım önceki çalışmalarımda tam tersi bir durum söz konusuyken “Bilinmeyen Uzuvlar” sergisinde ise karakterin iç dünyasına tanık oluyoruz. Kendi gözlemlerim de karaktere yansıdığı için hem çevremin içine hem de kendi içime ayna tutuyorum. Buna rağmen işlerimde iç dünyamı ele aldığım noktalar sanırım daha ağır basıyor. Ancak eserlerime baktığınızda gözlemlerimin yansımasını da mutlaka görürsünüz, karakterlerin yalnızca beni anlattığını söyleyemem.
Eserlerinizdeki karakterlere ayna tuttuğunuzu söylediniz. Bu bağlamda, çalışmalarınızın sonunda kendinize de ayna tuttuğunuzdan bahsedebilir miyiz? Bu durum, diğer işlerinizi nasıl etkiliyor?
İşlerin üretim sürecinden ziyade işin fikrini düşündüğümde kendime ayna tutuyorum. Çalışmalarım ise yaşadığım farkındalıkta bir tür katarsis oluyor. Bir fikir geliyor, o fikre yönelik araştırmalar yapıyorum ve işin sonunda o katarsisi yaşıyorum. Bu sergi için konuşursak, bu şekilde bir sonraki çalışmamın ne üzerine olacağını da buldum diyebilirim.
Çocukluğunuzda resim sanatı ile ilgilendiğinizi belirtiyorsunuz. Bu ilginize rağmen lisans eğitiminde sosyoloji alanına yönelme nedeniniz nedir? Sosyoloji, ele aldığınız konu ve kullandığınız formlara nasıl bir yaklaşım getirdi?
Lisede, kendi eğitimimin yanı sıra güzel sanatlar eğitimi de alıyordum. Ancak lisans eğitimi olarak resme yönelmeyi tercih etmedim. Toplum, benim tam olarak algılayamadığım bir şey, sosyolojiyi seçme nedenim de tamamen buna dayanıyor. Sadece eğitim almak ve anlayabilmek için yani. En nihayetinde sanatçı olacağımı biliyordum, bu yüzden üniversite yıllarımda da üretmeye devam ettim. Ancak sonrasında yüksek lisansa başladım ve bu sefer resim alanında eğitim aldım. Lisansta da sinema televizyon bölümü ile yandal yapıyordum ama. Böylelikle sanata olan bağlılığımı bir şekilde devam ettirdim. Sosyoloji eğitimimin etkisiyle ilk dönem işlerimde toplumsal konuları ele aldım. Ritüeller, günlük yaşam, sorgulamadan kabul ettiğimiz doğruları merak etmem, ilk çalışmalarıma da yansıdı hâliyle. Anladıkça anlattığım bir dönemdi. Bir şeyleri anlamlandırdıkça da fark ettim ki bireye yönelmeye başlamışım. Zaman ilerledikçe birey olabilmek hatta toplum içinde birey olabilmek gibi meselelere eğildim. Şu anda, kendi meselem ne ise sanatıma da o yansıyor.
Ressam, yazar gibi birçok kimliği bir arada barındırıyorsunuz. Siz kendinizi hangi alana daha yakın hissediyorsunuz?
Resim, çizim, yazı gibi birçok alan ile ilgileniyorum ancak dediğin gibi kendimi en çok resim sanatına yakın hissediyorum. Asamblaj ve video çalışmaları yapmayı da seviyorum ancak resmi tercih etme nedenim orada daha rahat üretebiliyor olmam. Video için prodüksiyon ve zaman gerekiyor. Aynı şekilde, asamblaj için de zaman ve mekânâ gerekiyor. Belki büyük bir mekânım ve mali imkânlarım olsa farklı bir şeyler de deneyebilirim. Aklımda bir sürü fikir var zaten, bunların hepsini not alıyorum. Zamanı geldiğinde hâlâ kullanılabilecek gibiyse o noktada hayata geçirmeye çalışıyorum.
Yılan, ahtapot gibi formlar toplum algısı üzerinde genellikle tedirgin edici ve olumsuz bir etki bırakıyor. Sizin bakış açınız bahsi geçen algılarla paralellik gösteriyor mu yoksa onları yıkmak, kendi yorumunuzu katmak üzerine mi?
İzleyiciler, ele aldığım kavramların her iki anlamıyla da karşılaşıyor. Örnek olarak; yılan kavramını düşündüğümüzde evrensel bir anlama sahip olduğu için izleyici ilk olarak onunla karşılaşmıştı. Ahtapotta ise kaygı anlamı benim ona yüklediğim bir şey. Ahtapotun bize yabancı olması bilinen bir şeydi zaten, dolayısıyla eserlerimdeki kavramların her iki anlamını da görmek mümkün.
Kelime oyunları da yapıyorum, sözcüklerin anlamları ve formlarıyla oynuyorum. Genel anlamda ağır basan bir taraf olduğundan bahsedemem ama sezgisel çalıştığım için neyin önce geleceği ya da ağır basacağı sezgilerim aracılığıyla şekilleniyor. Mesela yılan figürü ile çalışmaya başlamadan önce aylarca yılanlar çizdim ve nedenini bulamadım. Bunu anlamak için de yılanları araştırmaya başladım. Bir şeyleri anlamlandırma sürecinde, yılanların taşıdığı anlamlarla kişiliğime yüklediklerim arasında bir uyum yakalamaya çalıştım. Bu bağlamda, döngüselliğin ikimiz için de ortak olduğunu fark ettim. O dönemler Medusa’nın hikâyesine de değinmiştim. Aynaya bakan Medusa, parçalanır ve taşa döner. Benim yaklaşımımda ise izleyici, aynada gördüğü karanlığıyla barışan bir Medusa ile karşılaşmıştı. Ahtapot figürü gözümün önüne geldiğinde ise Medusa’dakine benzer bir his uyandırdırdığını fark ettim. Önümde beliren olayda tasvir ettiğim ahtapot, bir kadın figürünün başına konmuştu ve bir şeylere tutunuyor gibiydi. Bu düşünce ahtapot kavramına eğilmeme ve onu araştırmama neden oldu. Örneğin, bir kalple sekiz kolu kontrol etmek imkânsız olduğu için ahtapotların üç kalbi olduğunu öğrendim. Efsanevi kısımlar da var tabii; ahtapot uzaylı mı değil mi? (Gülüyor) Onu da görmüş oldum. Büyük puntolarla bu tür başlıkları görünce merak ettim tabii ama işin gerçekler kısmı da var. Bu dengenin gözetilmesi gerek zaten. Yine de işin sonunda, görsel sanatlar aracılığıyla fantastik bir yolculuğa çıkan gezginim diyebiliriz.
“Çocukluk”, “çocuk olmak” gibi kavramları içselleştirerek eserlerinize yansıttığınızı düşünüyorum. O dönemleri sizin için özel kılan konuları nasıl ve hangi yönleriyle üretiminize aktarıyorsunuz?
Çocukluk çok enteresan bir kavram. Bir yandan zihinsel olarak çok özgürken öteki açıdan bir tür sıkışmışlık durumu var orada. Eğitim dünyası, toplum dünyası gibi çeşitli dünyaların içine hızlıca girmek zorunda olduğumuz bir dönem. Birçok şeyi öğrenmekle yükümlüyken kendiniz de olabildiğiniz, başkaları tarafından yargılanmadığınız en rahat zamanlar. Özellikle yaratıcı alanlarda teşvik edilme durumu o dönemler daha sık karşılaştığımız bir şey. Mesela, şu an sokağa çıkıp şarkı söylesem tuhaf algılanır ancak bir çocuk şarkı söylediğinde kimse böyle düşünmez. Zihinsel ve yaratıcı özgürlük, çocukluk kavramında önemsediğim yönler. Aksi hâlde çocukluk için özgürlük diyemem. Benim yaptığım ise o zamanlar sahip olduğum zihinsel özgürlüğü bugün de devam ettirebilmek. Ben o alanı korumaya ve oradan gelecekler için açık kapı bırakmaya çalışıyorum.
Çocukluğun bendeki çağrışımlarından biri de basitlik. Basit düşünmek ve hareket etmek, yetişkinlerin dünyasında giderek zorlaşan bir durum. Eserlerinizde ise çocuksu bir yalınlık ve olağanlık göze çarpsa da figürlerin yüzlerindeki ifadeler, keskin objeler ve kullanılan renkler onların baş edebileceği bir dünya gibi geliyor bana. Bu zıtlık hakkında ne düşünüyorsunuz?
Yetişkin olmak zorunda kalan çocuklarız hepimiz. Yaşamlarımıza ya bu durumun farkında olarak ya da bu durumu sorgulamayarak veya görmezden gelerek devam ediyoruz. Çocuk kaldığımız aralık da kişiden kişiye değişiyor aslında. Kimisi 60 yaşına kadar devam ediyor çocukluğuna. Yetişkinliğe geçmek yaşadığımız toplumda da hiç kolay bir şey değil. Sürekli olarak toplumdan bahsediyorum çünkü onun da belirli zorlukları var ve aşılması gereken birçok şey barındırıyor. O yüzden çalışmalarımda toplumun bireyde yarattığı duygular çok baskın. Karakterlerin aşması gereken, mücadele ettiği çok şey var. Yetişkin olmanın getirdiği özgürlüğü herkes istiyor ancak bu bağlamda sabretmemiz gereken çok nokta var. İş, aile gibi büyüklerin oturduğu masalarda yer edinen kavramlar, onlar için çok zorlayıcı olabiliyor. Dolayısıyla, bunların sorumluluğunu almaktan kaçınırken bir yandan da buna zorunlu olma hâlinin bir tür duygusal çatışma yaratığını düşünüyorum. Eserlerime yansıyan tam olarak bu.
İlk ve son serginizi düşünürsek, izleyicinin eserleriniz üzerinden sizinle kurduğu bağda gözünüze çarpan değişiklikler var mı? Neler?
Çalışmalarımı en başından beri takip eden izleyiciler, bu değişimi elbette fark ediyordur. İlk işlerimde duvarlar boyar, yazılar yazar ve sanatın tüm dünyayı kurtarabileceğini düşünürdüm. Naif bir heyecan vardı o zamanlar. O yaşların getirdiği ruh hâliyle çok katmanlı, provokatif, daha saldırgan işler ürettim. Kullandığım renklere de yansıyor bu durum; kontür ağırlıklı, baskın ve yüksek sesli işlerdi. Oralardan iç dünyama uzanan bir yolculuk geçirdim. Dolayısıyla işlerim de içselleşti ve birey olma noktasına yöneldi. Anladım ki birey olmadan toplum da olamayacağız. Gençliğin naifliğinde ise daha birey olamadan toplum olmaya çalışıyorsun. Edindiğim farkındalıkla renklerim de yumuşadı “Önce kendimiz olmayı, kendi karanlıklarımızla yüzleşmeyi öğrenelim ki gerçek bir birey olalım” düşüncesiyle hareket etmeye başladım.
Bu sıralar üzerinde çalıştığınız başka projeleriniz de var mı?
Ufak ufak yazmaya ağırlık verdim bu dönem. Uzun zamandır kaleme almayı planladığım bir roman vardı, onu yazmaya başladım bu aralar. Öte yandan, bir sonraki işimin temasını da belirledim. Ancak güncel sergim çok yeni olduğu için ileriki projem üzerinde çalışma fırsatı bulamadım henüz. Bir de çocuk kitapları resmediyorum, Füreyya Koral’ın biyografisini kaleme alan bir kitap olacak. Bu yıl ağırlıklı olarak karma sergilere yoğunlaşacağım. Muhtemelen yılbaşından sonra da yeni planladığım sergim üzerine çalışmaya başlayacağım.
Kitabınız hangi konulara değiniyor, okurları neler bekliyor biraz ipucu alsak?
Daha çok yeni olduğu için şu an bir şey söylemeyeyim. Ancak ergenlik konuları üzerine yazıyorum diyeyim. Yıllardır not aldığım ve yazmak istediğim çok şey var. Bu kitabı yazarkenki amacım da içimdekileri dışarı çıkarmak. Sonrasında yayınlanır mı, göreceğiz.