En başından beri Berlin Art Projects’le birlikte misin, sonradan mı dahil oldun? İlk başta Berlin Art Projects’in hikayesini senden dinlesek...
Mezun olduktan sonra Türkiye’ye döndüm, bir süre sonra da Berlin Art Projects’e dahil oldum. Berlin Art Projects klasik galeri anlayışından çok uzak bir galeri. İşleyişi ve ileriye yönelik amaçladığı, alıştığımızın dışında ve bu sebepten de çok umut verici. Proje bazlı düşünebilen, diğer galeriler ile işbirliğine açık, duruma göre kendini şekillendirebilen, yenilikçi ve sanatçılarına çok destek olan bir galeri. Benim için çok, çok büyük bir şans bu; çünkü yaptığım işleri anlayabilen, işlerimin her birine ihtiyacı olan önemi, güveni, mekanı, imkanı, gereken açık görüşlülüğü sunan, her şeyden de önemlisi önümü açıp bana yol gösteren bir yer Berlin Art Projects.
Berlin Art Projects’in Türkiye’den birçok sanatçıyı temsil ediyor. Bu bağlantıdan ve BAP Istanbul’dan bahsedebilir misin?
Dört Türk sanatçısı var galerinin, Yaşam Şaşmazer, İsmail Necmi, Nihat Kemankaşlı ve ben. Galerinin sahibi Tarık Yoleri çok uzun yıllardır Almanya’da yaşamış ve ailesini orada kurmuş. Türkiye ile de bağını koparmamış, haliyle Türk sanatçılara da yer veriyor. Berlin Art Projects bünyesinde yer alan BAP Istanbul’u ise zaman zaman kullanılan bir proje alanı olarak düşünebiliriz. Yeri geliyor sergiler, yeri geliyor projeler için burayı duruma ve sanatçıya göre şekillendirip kullanıyorlar. Benim İstanbul’daki ilk kişisel sergimi de burada yaptık.
Berlin Art Projects’in de BAP İstanbul’un da genç sanatçıların işlerini öne çıkarmak, onları temsil etmek gibi bir misyonu var. Ancak genç bir sanatçı olarak bu “genç sanatçı” tanımı kimine göre oldukça sorunlu. Kime göre genç, neye göre öne çıkan gibi... Bu bakışı sen nasıl değerlendiriyorsun?
Bu çok göreceli ve tartışmaya açık bir kavram. En kolay cevap: Yeni mezun olmuş, mütemadiyen iş üretip sanat dünyasında bir şekilde tutunmaya çalışan, pek öyle herkes tarafından bilinmeyen kişi. Bu da tartışmaya açık bir soru: Tanınmak seni ne kadar sanatçı yapıyor? Yahut işlerini sergilemezsen, göstermezsen olduğundan daha mı az sanatçı oluyorsun? Örnek: Louise Bourgeouis, 40 yıl işlerini göstermedi ve durmaksızın üretti. 40 yıl önce de sanatçıydı, 40 yıl sonra da. Bu sürecin neresinde “genç sanatçı” olmaktan “oturmuş sanatçıya” döndü? 40 yıl sonra bir anda işleri MOMA’da gösterilince mi? Sanmıyorum. Bence insanlar etrafındakileri daha kolay parmakla gösterebilmek, belli kalıplara sokmak için böyle basitleştirilmiş tanımlamalara başvuruyorlar. 30 yaşında başarılı müzelerde işi olan bir sanatçı artık genç sanatçılıktan çıkıp “oturmuş sanatçı” mı oluyor? Oysa 30 ne kadar da genç bir yaş! Bana bu tartışmalar biraz zorlama geliyor; sonu gelmeyen, çıkmaz yola giren tartışmalar bunlar.
BAP İstanbul’daki ilk kişisel serginde de beton ve çiçekler görmüştük. Neden birbirine bu kadar zıt iki materyal kullanıyorsun?
Hem kültürümüzde hem günlük yaşantımızda birbiri içine geçmiş bir kabalık-kırılganlık ilişkisi var. Öyle ki bunlar birbirlerine zıt gidiyor, ancak birbirleri ile elele gitmekten de kendilerini alıkoyamıyorlar. Ben işte bu çarpık ilişki ile ilgileniyorum. Bu ilişki bizlere ezilmek ve bastırılmak olarak yansıyor. Ezilmek bana ani ve sert geliyor. Bastırılmak ise daha sessiz, baskılananın tepkisini de içinde barındırarak var oluyor. Biri daha kaba, biri daha kırılgan. Ezilmenin yarattığı fizikselliği ve bastırılmanın yarattığı sessizliği çok iyi anlattıklarına inandığımdan ötürü beton ve çiçek kullanıyorum. BAP Istanbul’daki sergide de ağırlıklı olarak 2013’ten bu yana üzerinde çalıştığım ‘Ve evin yüzü burkuldu’ serisinden işler vardı.
Ve evin yüzü burkuldu’ serisinin çıkış noktası neydi?
‘Ve evin yüzü burkuldu’ Krakow ve Matera’ya yapmış olduğum gezilerden etkilenilerek ortaya çıkmış bir seri. Kampları görmeye gittiğim Polonya gezim sırasında beni darmadağın eden Majdanek kampına gittim ilk önce. İki kilometre kamp, tek başına geziyorsun, kimse yok, rehber yok, turist yok, insan yok. Ölüm kokuyor bütün üstün başın. İki kilometre sonunda bir anıt mezara varıp 40 bin insanın külü etrafında yürüyorsun, arkanda boylu boyunca uzanmış mezarlık, yanında krematoryum, önünde iki kilometre dönüş yolu. Ağırdı, gerçekten çok ağırdı. Bunun ardından müthiş bir korku ve gerginlikle Krakow’a, Auschwitz’e gittim ve gittiğimde çok şaşırdım. Çünkü cennet gibiydi resmen. Her yer yemyeşil ağaçlarla, rengarenk çiçeklerle kaplıydı. Doğa resmen insanın ayıbını örtmek istercesine, inatla çiçek açmış çeşit çeşit. Çok güzeldi ve Auschwitz’i bu denli güzel bulmuş olmak hastalık derecesinde midemi bulandırdı. Matera’da ise gördüm ki bir insana çatı olmuş olan şey başka bir insana mezarmış. Matera’da faşizmin izleri betona kazınmış resmen. Faşizmin betona bastırdığı insan bedenlerinin üzerinde yürüyorsun. Bastırılmış izler var ayaklarının altında ve bu mezar, çatısı bir başkasının. Bütün bu deneyimlerimin, gözlemlerimin birleşimi ile çiçekleri betona gömmeye başladım.
Çiçekleri betona gömmek neyi sembolize ediyor?
Çiçekleri betona gömdüğümde üç tane aksiyon gerçekleşiyor: Öldürmek, barındırmak, korumak. Betona yerleştirilen çiçekler öyle hemen ölmüyor. Gözlemlenebilir bir ölümleri var. Zamanla güçsüzleşiyorlar; ancak bu ölüm şekli renklerini muhafaza etmelerini sağlıyor. Bir yandan hayatları alınırken, diğer yandan ölümsüzleştiriliyorlar. Aslen fosilize olma eylemi olan bu aksiyonda, beton çiçekleri barındırma yöntemi ile öldürerek zamanda donmalarını sağlıyor. Çiçek gibi güçsüz ve kırılgan bir materyalin, beton gibi sert ve kaba bir materyale iz bırakabilmesi, kalıcı olarak barınabilmesi, sessiz bir ortam yaratarak işin kendi içinde bulunmasına sebep oluyor. Çiçeklerin hiç biri aynı reaksiyonu vermiyorlar betona gömülünce. Can çekiştiklerini gözlemliyorum, yer çekimine karşı gelemiyorlar, çıkmak istiyorlar, çoğu bunu başaramıyor. Çiçek betona gömüldükten sonra benim bir etkim olmuyor süreç üzerinde, o betonla çiçek arasında bir diyalog haline geliyor. Ben bu süreci “Sickening of the Beautiful” diye tanımlıyorum, Berlin Art Projects’in hakkımda yaptığı videonun adı bu aynı zamanda. Çarpık bir İngilizceye sahip olan bu kelime öbeği, güzelliği ve göze güzel görüneni hastalandırmak, hastalıklı yapmak anlamı taşıyor. Benim için kendi deneyim sürecimin (gördüklerimin, hissettiklerimin, düşündüklerimin), materyallerin geçtiği sürece yansıması çok önemli. Bu yansıma sayesinde işler insana ulaşıp dokunabiliyor.
Conpemporary Istanbul’da sunacağın Wallpaper (Duvarkağıdı) işinden bahsedebilir misin?
Wallpaper işimi, yani betona çiçekleri gömerek yaptığım duvarkağıdımı göstereceğim. Bu ‘duvarkağıdı’ ile hayalim, iç ve dış mekanları artık fark etmeyeceğimiz bir parçamız haline gelene dek kaplamak; öyle ki ‘duvarkağıdı’nı artık görmez olalım, varlığına karşı hissiyatsızlaşalım. Güzellik kavramını, ezilme ve bastırılma unsurlarıyla ele alan bu ‘duvarkağıdı’ etrafımıza yerleştirildiğinde farkında bile olmadığımız bir zıtlık ve birliktelik barınağı sağlanacak bizlere.
Bu işi önce Balat’a yerleştirdin. Balat’ın sanatçılar ve girişimciler için bir oyun alanı olduğunu söylemişsin...
Balat’ın sanatçılar ve girişimciler için bir oyun alanı olduğunu düşünüyorum olumlu anlamda. Çünkü Balat tarihi zenginliği bol ama sıvası dökük bir bina gibi, sanki nereye çekersen oraya gelecek. Bu yüzden de kırılgan ve narin. Ve yine bu yüzden de oynadığımız oyuna çok dikkat etmemiz gerekiyor. Bu sebepten çok önem veriyorum işlerimin sanki hep oradaymış gibi olmasına, bir diğer deyişle aidiyet duygusuna.
Sokağa bir iş yerleştirmek nasıl bir duygu? Yani ülkemizde işini koyduğun günün ertesinde o işi bir daha görememe ihtimalin var... Duvarkağıdı ne kadar kalacak orada?
Balat benim ilk dış mekan deneyimim, bundan önce hiç dış mekana iş yerleştirmedim. Bir yerden başlamam gerekiyordu ve terk edilmiş yıkık binaları, kırık duvarları ve buruk evleri ile Balat bunun için en uygun yerdi. Sanki onların hep parçasıymış gibi yerleştirmek istedim bu duvarkağıdını ve bıraktım şehre, şehri dinlemek için. Duvarkağıdımı ilk önce Yıldırım Caddesi üzerindeki boş birkaç duvara yerleştirmenin yanı sıra bir de yine o cadde üzerindeki yıkık bir binanın içine yerleştirdim. Bu binayı bulmak çok kolay. JR’ın ‘Şehrin Kırışıklıkları’ adlı projesini gerçekleştirdiği binalardan biri bu, hani JR İstanbul’dan ayrıldığı an polisin boyadığı bina. Aslında bu yüzden bu binanın önemi benim için bambaşka. Zaten binanın kendine has tarihi bir yıkıklığı, burukluğu varken, üstüne bir de polis baskısı geldi; resmen boyadılar işini JR’ın. Bu bastırılma durumu binanın sahip olduğu ezik büzüklüğe sessiz bir arkadaş oldu. Benim işimi de yıkabilirler, zarar verebilirler, her şey olabilir. Zaten bunu kabullenerek insan sokağa iş yapıyor, yani koyduğunun akşamına kalmayabileceğini bile bile; tabii şanşlıysan eğer ve yerleşmişse yeterince kalma ihtimali de var... O yüzden ne zamana kadar görmek mümkün sorusuna net bir cevap veremiyorum. Şimdiye kadar yıkılmadı, hatta çok da güzel benimsendi mahalleli ve ziyaretçiler tarafından. Hem enstalasyon yaparken hem de sonrasında benim için önemli olan ne kadar zaman orada kalacaklarını düşünmekten bağımsız insanların ne tepki vereceğiydi, benimseyip benimsemeyecekleri. Arada sırada hashtag’lerden takip ediyorum ve çok ilginç yorumlarla karşılaşıyorum. Mesela bunun eski bir Rum geleneği olduğunu sananlar var, etrafta sorduklarında bu cevabı alıyorlarmış. Bu geribildirim işin ne kadar mekana yerleştiğini gösteriyor. Duvar üzerine harç ile yapıştırılmış değil, sanki zaten hep oradaymış gibi gören bir yorum. Geçtiğimiz günlerde ikinci etabını yaptım Balat’ta ‘Duvarkağıdı’ enstalasyonumun, Yıldırım Caddesi’nden yukarı doğru ilerlendiğinde yokuşlarda, ara ve arka sokaklarda görülebilir. Yine mahalleliden ve çevredeki turistlerden çok olumlu tepkiler aldım, fakat yine de bu enstalasyonların ne zamana kadar zarar gelmeden orada duracaklarını kestirmek çok güç. Bu dış mekan enstalasyonlarını yapmaya devam edeceğim. Daha Yeldeğirmeni var, Kadıköy, Moda derken yavaş yavaş etrafımızı kaplayacağım bu işle ve bir yerden sonra sanki hep varlarmış ve aitlermiş gibi görmemeye başlayacağız. İşte o zaman iş başarılı olacak.