1984 yılının Ekim ayında bir zamanların “Akademi”si, o günün “Mimar Sinan Üniversitesi”; bu günün ise Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi fotoğraf bölümünde derslere başlamıştık.
Derslerden birine garip bir adam gelmişti. Bütün vücudu titreyen, bırakın zorlu fotoğraf terimlerini normal bir cümleyi bile söylemekte zorlanan bir hoca vardı karşımızda. Devlet liselerinin çoğunlukla disiplinli ve sıkıcı öğretmenlerinin tam zıttı bu hoca bende tam bir hayal kırıklığı yaratmıştı. Bu adamdan mı fotoğrafı öğrenecektik? Sınıftaki arkadaşlarımın hepsi aynı duygular içindeyi bir ihtimal...
Okullarımızda, evlerimizde engelli olmanın ne olduğu, nasıl bir duygu olduğu öğretilmez. Engelliler çocuk yaştan itibaren ya aileleri, ya da toplum tarafından dışlanırlar, gözlerden uzak tutululurlar. Devlet ise olabildiğince uzak durur bu tür insanlardan. Her yönden problemdirler sağlamlar için. Onlarsız bir yaşamın daha iyi olacağını düşünür bir çok insan. Bunların en ünlüsü Hitler'di. Binlercesini yok etti toplumun menfaateleri(!) için.
Ama onlar kendilerine gerekli ve yeterli imkanlar verildiğinde her insanın yapabileceği işleri yapmakta diğerlerinden aşağı kalmıyorlar. Yaşamlarına şu veya bu nedenle engelli başlayan veya sonradan olanlar için yaşamın içinde yer almak çok önemli. Kendilerini dışlayan,üretimden ve paylaşımdan uzaklaştıran her türlü engel, onların yaşamdan kopmasına neden oluyor. Onları sosyal bir yaratık olan insan yapan en önemli şey, toplumun içinde olmak, birşeyler üretmek; var olduklarını topluma göstermek için hep çabalamak zorundalar. Engellilerin en son istekleri ise evlerine çekilmek, birilerine muhtaç olmak, üretememek. Hem kendilerinin hem de ailelerinin, arkadaşlarının en büyük korkuları bunlar.
Yılmaz Kaini Hocamız çocukken geçirdiği çocuk felci ve sonrasındaki parkinson hastalığı yüzünden dönemindeki genel kurallara göre ailesi tarafından el bebek gül bebek bakılması gerekiyordu, belki evinden fazlaca çıkmayan bir adam olarak yaşamını sürdürebilirdi. Fakat o zoru seçmiş, bedensel handikapının zorluklarını zihinsel ve sanatsal beceriye dönüştürmüş birisiydi.
Yaşanan bütün zorluklara rağmen Türkiye'de pek revaçta olmayan atom fiziği üzerine üniversite diploması almış, İstanbul Üniversitesi'nde asistan olarak çalışmaya başlamışken bir tarafdan da kendini
İstanbul'un ve ülkenin diğer şehirlerinde sokaklara atacak bir sevdaya bulaştırmıştı. Bu sevdanın adı ''Fotoğraf''dı. Aynı günlerde Türkiye'den uzaklarda İngiliz fotoğrafçı Jo Spence, meme kanserinin yarattığı travmayı aşmak için fotoğrafı bir terapi olarak kullanıyordu; Yılmaz Kaini için bu sanat bir terapiden öteydi, kendini ifade etme biçimi, yaşama bağlanmasını sağlayan ,sosyal konumunu ortaya çıkaran, insan olduğunu hissettiren yaşam biçimiydi.
1970l’erden itibaren daha yeni yeni kendini bir sanat olarak kabul ettirmeye çalışan fotoğraf dönemin ekonomik, toplumsal, politik zorluklarına rağmen İFSAK gibi dernekler de filiz vermeye başlamıştı. Fotoğrafa merak duyan, bu sanat adına bir şeyleri başarmaya çalışan insanlarla doluydu dernek odaları, sergi salonları. İstanbul'un sokakları, tarihi yerleri arşınlanıyor; sosyal problemlerine değiniliyordu. İstanbul'la yetinmeyenler kendilerini Fikret Otyam gibilerinin açtığı yoldan yavaş yavaş yitip giden yaşamı belgelemek aşkına Anadolu'nun tozlu yollarına vuruyorlardı. Arada Şahin Kaygun, Ahmet Öner Gezgin gibi genç kara koyunlar çıkıyor gerçeküstü, dışa vurumcu, deneysel fotografi falan diyorlar ortalığı ve zihinleri karıştırıyorlardı. Aynı günlerde Gültekin Çizgen yerellik, millilik peşinde koşarken; kendini sanatsal açıdan kanıtlamak üzere olan Sinan Çetin yakında gelecek olan devrim(!) üzerinden fotoğraf sanatına bakıyordu... Kısaca o günlerin fotoğraf camiasında anlaşılır bir heyecan vardı.Yılmaz Kaini de bu heyecanı yaşayan birisiydi.
Aynı heyecan, hocanın bütün vücudunu etkileyen hastalığının yarattığı istemsiz el kol, gövde hareketlerini durduruyor, makinesini eline aldığında, fotoğraf çekimi için denklaşöre bastığında diğer insanların reflekslerine sahip oluyordu. Bir kaç dakika öncesinde gözlüğünü bile zorlukla tutan bu adam fotoğraf makinesinin vizöründen yaşanılan dünyaya yepyeni bir bakış getiriyordu. Okuldaki günlerimiz ve derslerimiz ilerledikçe ilk derste yaşadığımız hayal kırıklığının yerini derin bir saygıya bırakmasının nedeni de buydu.Yılmaz Kaini engellerin bedende değil zihinde olduğunu göstermişti bize.
Evet yaşam zordu onun için; o zamanlar Mimar Sinan Üniversitesi'nin fotoğraf bölümü Fındıklı'da bugünlerde gökkuşağına boyanan merdivenlerin ortasında bir yerlerdeydi. O sayısız basamakları çıkmak yetmezdi. Bir de geçilmesi gereken uzun bir bahçe ve bölümün olduğu binanın ikinci katına çıkmak vardı. Ama hoca yapardı. Biz öğrenciler
onun geldiğini duyduğumuzda aşağıdaki caddede koluna girer, yukarıya kadar neredeyse sırtımızda taşırdık. Kar kış, soğuk sıcak fark etmez dersleri kaçırmamaya çalışırdı. Bunu yaptıran fotoğrafın ona yaşattığı heyecandı. Öylesine bir heyecan ki durmadan üretmek, öğretmek, paylaşmak üzerine kuruluydu.
Sanatsal ve estetik açıdan görüntüler elde etmek kadar, bir fotoğrafın teknik açıdan mükemmelliğinin peşinde koşmak aldığı fizik eğitiminin yansımasıydı. Bedensel olarak yaşadığı yetersizliği yaptığı işlerdeki mükemmellikle dengeliyordu. O günler Türkiyesi'nde fotoğraf eğitimi ve bu sanat için gerekli kültürel kaynaklar açısından yaşanılan teknik-estetik sıkıntıların bir nebze de olsa aşılması için çalışıyordu.
Türkiye'de o günlere kadar fazlaca bilinmeyen ama Dünya'da Ansel Adams gibi önemli fotoğrafçıların kullanığı ''Zone System'' tekniğini kullanarak siyah beyaz tonlar açısından en mükemmel fotoğrafları elde etmeye çalışmıştı. Ve bunu, gene o dönemde pek revaçta olan: ''Aman bunu başkaları öğrenmesin, bütün kaymağı ben yiyeyim,bütün ödülleri ben toplayayım'' düşüncesi yerine İFSAK'ta diğer sanatçı arkadaşlarına da öğretmeyi yeğlemişti.
12 Eylül darbesinin arkasından İstanbul Üniversitesi'nden ayrılışı onu Mimar Sinan Üniversitesi Fotoğraf Bölümü’ne kazandırmıştı. Karmaşık fizik kuramlarının yerini fotoğrafın teknik yapısına almıştı. MSÜ Fotoğraf Bölümü'nün 1978’de başlayan fotoğraf eğitimi için gerekli kadroların olmaması zorlu bir süreçti. Akademik kadrolar, kitap ve kaynak yoktu. Yılmaz Kaini ve bugün Türk Fotoğraf Sanatı için önemli kabul edilen bir çok sanatçı, bölümün yaşaması için çabalarını esirgemediler, dışarıdan derslere girerek onun ayağa kalkmasına yardımcı oldular.
Yılmaz Kaini'nin derslerinin teorik olarak ağırlığı fazla idi; dersi, optik sistemlerden, fotoğraf makinelerinin mekanik yapılarından, matematik hesaplardan oluşurdu. Bir objektifin odak uzunluğunu bilmenin ötesinde, onun hangi camdan yapıldığı, hangi çekimde, hangi objektifin kullanılacağı anlatılırdı. Korkunç derecede sıkıcı gibi görünürdü bazılarımıza. Sokaklarda, kırda, bayırda fotoğraf çekmek varken anlattıklarının işe yaramayacağını düşünürdük. O ince ince detaylandırılmış derslerde sıkılırdık, lüzumsuz gördüğümüz de çok olurdu.
Lakin, yıllar geçtikçe, fotoğrafın derinliklerine daldıkça Yılmaz
Kaini'nin derslerindeki konularla yüzleşmeye başladık. Gördük ki ki her objektif aynı kalitede değil. “Carl Zeis” bir objektif, “Canon”a göre çok daha iyi çözünürlüğe, kayıt etme gücüne sahiptir; “prime” denilen sabit odaklı olanı, o dönemlerde yeni yeni ortaya çıkan zoom (değişken) odaklı objektiflere göre görüntü kalitesi olarak çok ama çok daha iyiydirler. Şu yaşadığımız dijital devrim bile bu gerçeği değiştirmedi. Hocanın sözleri kulaklarımda:
''Ucuz bir objektif alacak kadar zengin değilsin''
Doğruydu Hoca'nın söyledikleri. Çünkü ucuz bir objektif mükemmel bir fotoğrafı teknik açıdan mahvedebilir, kullanılmaz hale getirebilir, daha kötüsü ticari açıdan ise para kaybettirebilirdi.
Böylece, teoriyi gerçek hayata bağlamayı iyi bilirdi. Kendine has üslubu ile dersin en sıkıcı anında söylediği betimlemeler ve anekdotlarla kuramlar, denklemler,hesaplar yaşamın bir parçasına dönüşürdü. Ders sonunda ise bunlar çoğunlukla da birer ödev olarak karşımıza çıkardı.
İyi bir eğitimci öğrencileriyle diyaloğu sürdürebilen kişidir. Onların dünyalarına katılan ve katkıda bulunandır. Katkıyı derslerde verirken, katılımı ders sırasında ya da sonrasında yapar. Derslerde kendisinde olanları, o anda anlatıl(a)mayanları paylaşır; diğer taraftan öğrencilerinden öğrenir. Kendisinde var olan heyecanı öğrencilerine taşır, onların da aynı duyguları tatmasını sağlar. Ders bitiminde doğrudan evine gitmek yerine onlarla bir çay ya da yarım şişe rakı içmeye gider. Hiçbiri olmadıysa, kendi yaptığı vişne liköründen ikram eder ki, Yılmaz Kaini Hocamızın yaptığı buydu. Gideceği fotoğraf çekimlerine varsa imkanı öğrencilerini de katardı, oralarda sadece fotoğraf çekilmez, tarih,coğrafya, politika, arkeoloji, botanik de anlatılırdı. Öğrencileri onun dostlarıydı aynı zamanda. Çalışma mekânı, her zaman bir bardak çay, kahve veya vaktine göre iyi bir şarap içilebilecek kapısı kapanmayan bir yerdi.
1987 yılının son günlerinde kanserden vefatı ansızın oldu. Nasıl olduğunu anlamadığımız bir ölümdü. Her şey ortada kalmıştı; dersleri, yapmak istediği fotoğraf projeleri; kitapları, arşivi, onca emek verdiği fotoğrafları. Neyse ki arşivini, fotoğraflarını koruduk. Bizlere aktardığı sanat ve yaşama dair heyecanı yeni nesillere taşıyan fotoğraf sanatçıları-eğitmenlere dönüştük. Şimdi sıra onu biraz daha iyi anlatmada. Umarım yapabiliriz.