Ali Elmacı, Emel Kurhan, Ferhat Özgür, Genco Gülan, Lara Kamhi, Melis Buyruk, Sena ve Yusuf Aygeç’ten kendi zaman yolculuklarında nerede olmak istediklerini öğrendik.
Ali Elmacı
Yaşadığım çağda eser üretiyor olmak beni fazlasıyla tatmin ediyor. Zaten günümüz sanatçıları olarak neredeyse tüm referanslarımız geçmişe, sanat tarihinin yüzlerce yıllık mirasına ait. Ancak zamanda yolculuk imkanı bulsaydım, Otto Dix'in atölyesinde vakit geçirip onunla sohbet etmek isterdim. Elbette geri dönmek şartıyla.
Emel Kurhan
Zamana yolculuk etseydim görmek istediğim ve merak ettiğim çok dönem vardır. O yüzden tek bir yerle ve zaman dilimiyle sınırlı kalmayı istemezdim. Zaman makinemi hep kullanmak isterdim. Bir dönemden bir başkasına seyahat edip zaman arası bir seyyah olmak isterdim. Gitmek istediğim dönemlerden bir tanesi Belle Époque zamanı, Paris’te o dönemi yaşamak isterdim.
1875'ten Birinci Dünya Savaşı Dönemi’ndeki kültürel, teknolojik, sosyal ve ekonomik değişimleri görmek isterdim. Bu deneysel dönemde modernizm ve özgürlüklere şahit olmak isterdim.
Ferhat Özgür
Galiba herkes bulunduğumuz zamandan geriye doğru bir yolculuk yapmak arzusu hissediyor. Yolculuk hayallerimiz, geleceğe tam olarak hakim olamadığımızdan olsa gerek, genellikle hep geçmiş üzerine kurulur.
Aslında bir zaman kapsülüne konulup bulunduğumuz anın ötesinde, renklerini bilemediğim ileriye doğru bir yolculuk yapmayı da isterdim. Yine de bize kadar ulaşan türlü türlü imgeler sayesinde nispeten bilinebilir bir özellik taşıdığı için geçmişi tercih ediyorum. Zaman kapsülünde, siyah-beyaz ve renkli fotoğrafın icad edilmediği bir döneme gönderilmeyi isterdim. Bir akımın değil de bir dönemin, 16. yüzyılda, Floransa'da Rönesans'ın tam göbeğine düşmek isterdim. Pollaiuolo kardeşlerin kapısını çalmak, Botticelli, Domenico Ghirlandaio ve Filippino Lippi, Leonardo da Vinci, Michelangelo veya Raphaello'nun meslektaşı olmak, üç beş gün sonrası bir sergi için iş yetiştirmek yerine, üç beş yüz yıl sonrasında da hatırlanabilecek tek bir iş yapabileceğim bir zamanda olmak isterdim. Çünkü bu dönem ve isimler artık 'mutlak değerler' ve tartışma götürmüyorlar.
Genco Gülan
Bir zaman makinesi ele geçirmiş olsaydım, dönem olarak da geçmiş değil geleceği tercih ederdim. Mesela bugünden 100 sene sonra, 2115'te sanat nasıl olacak onu görmek isterdim. Yapay zeka ve robotik hayal gücü nereye varacak? Nükleer patlamalardan sonra vücutları mutantlara dönüşecek insanlar zekalarını makinelere nasıl yükleyecekler onu görmek isterdim.
Lara Kamhi
Zaman makinası yalnızca geçmişe gidiyor ise önceliğim Woodstock’ta Grace Slick dinlemek veya Melies’in Ay’a Yolculuk filminin setinde bulunmak olurdu; arda kalan zamanımda, Gerhard Richter’in kararsızlığını ve Agnes Martin’in eriştiği derinlik düzlemlerini deneyimlemek isterdim. Bir dönem, akım veya ülkenin parçası olmak değil, ancak ziyaretçisi olarak gidip, bir süre Joseph Beuys’un veya Sürrealistlerin peşine takılmak isteyebilirdim.
Melis Buyruk
20. yüzyıl başlarında, 1920’lerde Paris’te olmayı tercih ederdim. İçerisinde bulunacağım siyasi şartların karşısında, akıl ve mantığın boyunduruğundan kurtulmuş bir ifade yönelimini kendime yakın hissederek kendilerini ‘küçük burjuva ahlakının bayatlamış değerlerine isyan eden bir tür romantik devrimciler’ olarak niteleyen sürrealist akım mensuplarından olabilirdim. Düşüncenin kırılganlığını sorgulamak, Freud’un söylemlerinin etkilerini taşımak ve aklın ötesine yönelik arayışlar içerisinde olmak bugün hissettiğim noktadan çok da uzak sayılmazlar.
Bu dönemde Meret Oppenheim’ın ürettiği ‘Breakfast in Fur’ü üretmiş olmak isterdim. Bunu sıradan nesnelerin gündelik işlevlerinden soyutlanarak sanat eserine evrimini gerçekleştirdiği ve ortaya konulduğu dönem itibariyle de çok önemsiyorum.
Sena
"Londra'da üniversitede okurken yaptığım işleri inceleyen bir öğretmenim bana 'Louise Bourgeois diye bir sanatçı var, işlerin çok benziyor, bak mutlaka' demişti. Ve ben de kütüphanedeki kitaplardan bakarak benzerliğe hayret etmiştim. Ardından çeşitli müzelerde tek tük bir-iki işini görüp hayran kalmış ve tanışmayı kafama takmıştım. Sonra New York'taki evinin adresini öğrendim ve bir desenimi ona gönderdim. 2010 yılında sonunda ise New York'a seyahat edebilmek için yeterli parayı biriktirdim. Planım New York'a vardığımda ilk iş, gidip kapısına dayanmaktı... İstanbul'da seyahate bir hafta kala bir öğlen Bora'yla (Uzer) buluşup bir şeyler yerken gazetede Louise Bourgeois'nin 100 yaşında hayata gözlerini kapadığını okuyup gözyaşlarına boğulmuştum. Bora ne olduğunu anlamamıştı ama eşim durumu anlayıp anlatmıştı ona...
Tabii ki Frida gibi bir bilinçle tanışmak ayrıca muhteşem olurdu ama eğer bir imkanım olsaydı, 1950'lere gidip Louise Bourgeois ile tanışmayı ve ona 'Beden' heykelimi göstermeyi çok isterdim..."
Yusuf Aygeç
“Bizlere akademide ekol olarak Rönesans ve Barok örnekleri daha çok gösterilse de, benim bir tarafım her zaman 18. yüzyılın asi çocuğu rokokodan yanaydı. Rokoko deyince tabii ki de Antoine Watteau’nun yerinde olmak istemişimdir, kurgularının içerisinde izleyiciye dik dik bakan figürleri ve dönemin modasını gözümüzün içerisine sokarcasına öne çıkarması hep çekici gelmiştir bana. Kendi resimlerimde izleyiciyle göz göze gelen figürlerden ve kullandığım aksesuarlardan da bu etki anlaşılabilir.
Aslında resimlerimde çok fazla katman var. Renk açısından bütün varlığım empresyonizme armağan olsun diyebilirim, renklerin çarpıcılığı, ahengi ve degradesi her zaman beni çok etkilemiştir. Eğer ki o dönemde yaşasaydım bana her zaman için ilham veren işlerin yaratıcısı Van Gogh dan başkası olmak istemezdim.
Sanırım bir zaman makinam olsa pop art akımının ilk ortaya çıktığı yıllarda ABD’de yaşayıp bana yol haritası olan akımları, teknikleri ve düşünceleri harmanlayarak işler üretmek isterdim. Pop art’ın yenilikçi ve sınırları zorlayan tavrında çok katmanlı işler üretirdim. Resim yaparken sağımda rokoko etkisiyle Watteau, solumda empresyonizm etkileriyle Van Gogh olup onların fısıltılarıyla çalışmak hiç fena olmazdı.”