ARTINTERNATIONAL’ın üçüncü, İstanbul Bienali’ninse 14.’sünün gerçekleştiği bu yıl, İstanbul’daki galeriler de yeni sezonu birbirinden iddialı sergilerle karşıladı. Bu galerilerden biri olan Galeri Zilberman’ın sergisi “Minör Kahramanlıklar”, günlük hayatlarımızda da aslında sürekli karşılaştığımız, varoluşun temeli olarak görülen zıtlık ve ikilikler üzerine. Serginin küratörlüğünü üstlenmiş olan Nat Muller’ın minyatür sanatının çağdaş tezahürleri etrafında bir araya getirdiği sanatçılar Burçak Bingöl, Hayv Kahraman, Azade Köker, Imran Qureshi, Extramücadele, Aisha Khalid ve Femmy Otten. Kimi minyatürle yakinen ilgilenmiş kimisi ise minyatüre uzaktan bakmış olan bu sanatçılar, sergi kapsamında bu zıtlık ve ikiliklerin varoluş formlarını incelerken başka bir ortak yolculuğa daha çıkıyorlar ve günlük hayattaki kahramanlıkların izini sürüyorlar.
2014 yılında yine Galeri Zilberman bünyesinde gerçekleştirilen “Disquiet” sergisinin küratörü olarak tanıdığımız, Arap dünyasında çağdaş sanat konusunda uzmanlaşmış olan yazar, editör, küratör ve muhabir Nat Muller ile “Minör Kahramanlıklar” sergisini, serginin hazırlık sürecini, zıtlık ve ikilemleri ve kahramanlığı konuştuk.
Serginin konseptiyle başlayalım isterseniz… “Minör Kahramanlıklar” nasıl bir sergi ve böyle bir sergi düzenleme fikri nasıl oluştu?
Bu sergi, İstanbul gibi İslam sanatları için çok önemli bir geçmişe sahip bir şehirde minyatür sanatını yeniden canlandırdığı için özellikle önemli. Buradaki ‘yeniden canlandırmak’ kelimesinin altını özellikle çizmek istiyorum, çünkü sergide bu sanatı çağdaş temsiller aracılığıyla ele alıyoruz. Dolayısıyla, izleyicinin sergiye geldiğinde göreceği eserler, bilindik veya alışılmış minyatür sanatı örneklerinden kesinlikle farklı. Sergide yer alan tüm sanatçıların kendilerine özgü çağdaş ifade biçimleri, çağdaş kelime dağarcıkları var.
Ama sergiyi özel bir yere koyan daha önemli olan başka bir konu varsa, o da minyatür sanatında işlenen hikaye ve meseleler. Osmanlı, İran, Moğolistan gibi minyatürün yaygın olduğu diğer coğrafyalarda minyatüre konu olan olaylar genelde tarih sayfalarının anlatmaya layık gördüğü büyük kahramanlık ve savaş hikayeleri olurken, bunun aksine bu sergide, aynı çağdaş sanat kendine daha bireysel ve kişisel hikayeleri konu alabiliyor. Burada kahramanlığı günlük hayatın detaylarında arayan bir yaklaşım var. Bir protestoya katılmak, siyasi bir gösteriye gitmek ya da birine aşık olmak... Bunlar gibi günlük, küçük ve aslında sıradan görünen olaylar, dünyanın işleyişinin yansımasını görebildiğimiz, dolayısıyla da esas kahramanlıkların yuvası olan olaylar. “Minör Kahramanlıklar” sergisi işte bu kahramanlıkların izini sürüyor.
Serginin hazırlık sürecinden biraz bahsedebilir misiniz?
Hikaye aslında Galeri Zilberman’da geçtiğimiz yıl gerçekleştirdiğimiz “Disquiet” sergisinden sonra başladı. Moiz Zilberman’la olan sohbetlerimizden sonra çağdaş minyatür üzerine bir sergi yapmaya karar verdik. Sergiyi tasarlamaya başlamadan önce sanatçılar hakkında ayrı ayrı bilgiye sahiptim elbette, ancak minyatür sanatı başlı başına bir külliyat. Londra’daki British Library’e kapanarak geçirilmiş günler boyu, minyatür sanatının karakteristiklerini ve çıkış noktasını anlamaya çalıştım. Araştırmamın daha ilk günlerinde serginin adının “Minör Kahramanlıklar” olacağına karar vermiş olduğumu söyleyebilirim. Bunun sebebi de orijinal minyatürlerin ebat olarak küçük oldukları halde, içerik bakımından destansı olaylara yer veriyor olmalarının göze kolaylıkla çarpan bir tezat oluşu. Bu zıtlığı tersine çevirmenin nasıl bir ifade biçimi yaratacağını merak ettim ve hikayeyi kurgulamaya başladım. Sonuç olarak, küçük boyutlarda görmeye alıştığımız minyatürleri örnek alan ama sergi alanının geneline yayılan işlerden oluşan bir sergi çıktı ortaya.
Sergide gördüğümüz işler bu proje için mi üretildiler?
Sergide yer alan sanatçıların bazılarının bireysel tarzı zaten büyük ebatlı işler üretmek üzerineydi, bazıları ise serginin boyutla kuracağı ilişkiyi öğrendikten sonra böyle işler ürettiler. Femmy Otten’ın 2011 tarihli, yerleştirildiği her mekânda farklı bir ifade biçimi yakalayabilen eseri haricindeki bütün eserler bu proje için üretildiler ve daha önce başka bir yerde gösterilmediler.
Günlük hayattaki kahramanlıkları sanatına konu edinen sanatçıların bu temsillerinde kişisel yaşantıları ne derecede önemli?
Aslında bu sanatçıların tarzlarıyla alakalı bir durum. Örneğin Hollandalı bir sanatçı olan Femmy Otten’ın erotik aşkı konu alan işi, dışarıdan da rahatlıkla görülebileceği gibi ‘mükemmel’ bir aşkı anlatmıyor. Tam ortada duran güzel bir kadın var, ancak bu surat ham bırakılmış. Kadının kalbinin üstünde taşıdığı aşığının fotoğrafı ise tam anlamıyla kusursuz. Kadının etrafını saran tüm elementler bu iki kişinin arasındaki aşkın bileşenleri, aynı zamanda bu aşkın parçalanmış halleri. Aşkın bileşeni olan her şeyin rahatlıkla şiddetin de temsili olabileceğini görebiliyoruz. Bu örnekten de anlaşılabileceği gibi, Otten aşk ile çok samimi ve kendisinden izler taşıyan bir bağ kuruyor.
Sergide yer alan bazı sanatçılar ise kahramanlıkları, Femmy Otten’ın aksine, siyasi bir duruş olarak görmeyi tercih ediyor. Örneğin, Irak doğumlu, bir süre İsveç’te yaşamış ve şimdi ABD’de yaşamakta olan Hayv Kahraman’ın işini ele alalım. Esere ilham kaynağı olmuş olan, ünlü minyatür ustası el-Hariri’nin “Makamat” adlı eserinde şehir şehir gezip herkesi dolandıran Ebu Zeyd karakterine kendisiyle yer değiştirtmiş Kahraman. “Makamat”tan bire bir alınmış olan çerçeve tarzı ve yerleştirme düzeninin içine yerleştirilmiş olan üç karakterin üçü de Hayv Kahraman’ın kendisi. Bu üçlü temsil ile Kahraman aslında Irak, İsveç ve ABD arasına sıkışmış olan kendi parçalı aidiyet duygusunun da izini sürmüş oluyor. Kahraman bu işte her ne kadar kendi hikayesinin izini sürüyorsa da, siyasi olayların bu kişisel yaşantılar üzerindeki yadsınamaz etkisini de görmüş oluyoruz. Örneğin, esere adını veren “Koruyucu aynı zamanda hırsızdır” anlamına gelen “Hameeha Harameeha” cümlesinin Irak’ın devrilmiş devlet başkanı Saddam Hüseyin hakkında halkının yaygın olarak söylediği bir söz olması, kesinlikle rastlantı eseri değil. Dolayısıyla serginin bence en öne çıkan özelliği, serginin kişisel hikayelerden beslenirken evrensel konulara da değinen işleri bir araya getiriyor oluşu.
Eserde işlenen konunun nasıl bir his uyandırdığından bağımsız olarak işlerde ortak olan bir şey var ki o da tüm eserlerin estetik açıdan son derece ‘güzel’ olmaları. Güzellik göreceli bir kavramdır elbette, ancak bu konuda ne söyleyebilirsiniz?
Serginin en önemli özelliklerinden biri de zaten bu estetik anlamdaki güzellik ve şairane anlatım. Minyatürlerin güzelliği konusunda zaten hiç kimsenin şüphesi yok, bunun da etkisiyle sergide yer alan işler göze son derece güzel gelen işler. Ama bu güzellik, eserlerin alt notasında büyük yer kaplayan şiddet ve olumsuzluğa da gözlerimizi kör etmiyor. Zaten bu da serginin izleyiciye sunduğu zıtlıklardan yalnızca başka bir tanesi.
Örneğin, Imran Qureshi’nin “Loves Me, Loves Me Not” yani “Seviyor Sevmiyor” adlı eserini ele alalım. Bu eser, aslında papatya falları kadar masum bir fenomeni aşırı derecede şiddet hissi uyandıran bir şekilde izleyiciye sunuyor. Tuvalin üzerinde adeta patlayan bir çiçek var, renkler itibariyle çiçekten adeta kanlar fışkırıyor, ama tüm bu şiddet hâlâ muazzam hatta korkunç bir güzelliğe sahip. Dolayısıyla estetik anlamdaki güzellik, bu serginin olmazsa olmazlarından.
Gelenekselin karşısında çağdaş, büyüğün karşısında küçük, güzelin karşısında çirkin... Sergide bunlar haricinde başka zıtlıklar da var mı?
Evet, sergide yer alan bütün işlerde kendince bir zıtlık var. Örneğin Extramücadele’nin “Bu Milletin Amına Koyacağız” adlı çalışması. 17 Aralık sürecinde bir bürokratın sarf etmiş olduğu bir cümleyi isim olarak taşıyan iş, son derece ‘güzel’ ve geleneksel çini desenlerine benzer desenlerle üretilmiş. Extramücadele’nin bu cümleyi güzel bir forma sokması, cümlenin ayıbını daha da öne çıkaran bir hareket. Dolayısıyla ayıp ve ayıp olmayan, zıtlıklardan bir başkası.
Bazı işler ise sakinleştirici ve ruhani nitelikte. Aisha Khalid’in eserlerini buna örnek olarak gösterebiliriz. İki boyutlu kitap sayfalarında gördüğümüz minyatür sanatına özgü motifler, Khalid’in bu işlerinde üç boyutlu cisimler üzerine nakşedilmiş. İşler bu bakımdan bir tezat içeriyor, ancak durum bununla sınırlı değil. Khalid’in motifleri üzerine işlediği siyah küpler insanın aklına hemen kusursuzluk timsali Kâbe’yi getiriyor, ancak biraz daha yakından bakacak olursanız, küpün etrafındaki hafif de olsa dalgalanmaları görüyorsunuz. Dolayısıyla bu işlerle, güzelliğin içindeki kusurları ve güzelliğin aynı zamanda kusurlardan ileri geldiğini anlıyoruz.
Burçak Bingöl’ün sergide yer alan üç işinden duvarda asılı olanı, sanatçının New York Metropolitan Sanat Müzesi’nde gördüğü, birkaç insanı çimenler üzerinde piknik yaparken gösteren bir minyatürden çok etkilenmesi üzerine ürettiği bir iş. Esin kaynağı olan minyatürün ilginç tarafı, çimlerde oturmakta olan insanların kıyafetlerindeki desenlerin minyatürün arka planıyla olan güçlü benzerliği. Bu benzerlik, insanın aklına sanat ve doğa ikilemini getiriyor. Sanatçının yine aynı minyatüre referansla ortaya koyduğu diğer eser ise, orijinal minyatürde bolca gördüğümüz vazolardan birinin tekrar üç boyutlu hale getirilmiş hali. Bu vazo, malzemesi olan kilin içine bir yandan hapsolmuş durumda, bir yandan da çatlaklardan anlaşılabileceği gibi bir mücadele veriyor ve kilden neredeyse kurtulmak üzere. Vazonun üzerinde Gezi Parkı’na referansla çimenler var. Bu özelliğiyle eser, kamusal alanların yitirilmesine karşı gösterilen mücadeleyle de iç içe.
Son olarak Azade Köker’in işinde ise, uzaktan bakıldığında ruhani ve iyi bir varlık, esere yaklaşıp detaya inildiğinde ise sayısız kuru kafa ve kötülük göze çarpıyor. Dolayısıyla bu eserde birbirinden ilginç imge katmanları görüyoruz. Bu sefer tezat halinde olanlar iyi ve kötü ruhani yaratıklar.
Tüm bu bahsettiğimiz işlerin tam olarak neresinde görüyoruz kahramanlık hikayelerini?
Femmy Otten’ın erotik aşkı böylesine açık sözlülükle anlatabilmesi, bir bakıma içini izleyiciye açması; Hayv Kahraman’ın kendi parçalanmış aidiyetinin izini sürebilecek cesareti kendinde bulması; Imran Qureshi’nin Pakistan’da geleneksel minyatür eğitimi sırasında öğrendiklerini güncel temsiller üretmek için kullanacak kadar yenilikçi oluşu; Extramücadele ile Burçak Bingöl’ün güncel Türkiye siyaseti hakkındaki görüşlerini ortaya koyan eserler üretmeleri; Aisha Khalid’in gerçek aşkı bulmak için çıktığı yol olan sanatsal üretimi sırasında gösterdiği özen ve sakinlik; ve Azade Köker’in görünür kıldığı iyiliğin ve kötülüğün savaşına tanık olma hali... Tüm bunların kendi içerisinde birer kahramanlık hikayesi olduğunu düşünüyorum.
Peki kahramanlık kavramının ele alınışını değiştirmek sizin için neden bu kadar önemli?
Çünkü bizim aşina olduğumuz kahramanlık hikayeleri, ki buna yalnızca minyatürleri değil Hollywood filmlerini de dahil ediyorum, bir şekilde hayatın bile kendisinden büyük, daha güçlü karakterleri anlatır. Ama bana kalırsa esas kahramanlıklar çok daha sıradan kişilerin çok daha günlük detaylar arasında başardığı kahramanlıklardır. Kriz anında ne olursa olsun, kim olursa olsun, potansiyelinin dışına çıkarak bir şey yapan herhangi bir insan kahramandır bana kalırsa. Baskı altındayken çıkış yolunu bulmaktır kahramanlık. Kahraman olmak için dünyayı değiştirmeye veya kurtarmaya gerek yok.
Serginin minör kahramanlıklara dikkat çekmesini baz alarak, bu serginin sesi daha az duyulanların sesini duyurmaya yönelik siyasi bir duruşu olduğundan bahsedebilir miyiz?
Her ne kadar temel amaç bu değilse de, serginin bir şekilde bunu başardığını düşünüyorum. Sonuçta sergide yer alan sanatçılar bireysel hikayelerinden, bastırılmışlıklarından ve travmalarından da besleniyorlar. Bu bakımdan, sergi anlatılamayan bazı şeylerin sesi ve ifadesi olmuş durumda. Ancak burada unutulmaması gereken en önemli nokta, bu ses ve ifadenin oluşması esnasında, serginin şairane ve estetik yönünün de körelmemiş oluşu. Siyasi konuların etrafını sarmalayan güzellik veya güzelliğin etrafında dolaşan siyasi meseleler, hangi şekilde okursak okuyalım, ikisi de eşit oranda önemli bu sergi için. Biri diğerinden daha önemli veya daha öncelikli değil.
Son olarak, bu serginin İstanbul’dan başka bir yerde düzenlenmiş olduğunu hayal edebiliyor musunuz?
Aslında edebiliyorum, ancak öyle bir durumda ortaya çıkacak olan sonuç da muhakkak buradakinden farklı olurdu. Minyatür motiflerinin daha da yakından tanındığı Arap dünyasında bu sergiyi gerçekleştirmiş olsaydık, muhtemelen izleyici daha çok yakınlık kuracak ve aşinalık hissedecekti. Öte yandan, örneğin Polonya’da gerçekleştirilseydi, o zaman temsil biçimleri bakımından izleyici kendini sergiye bu kadar yakın hissetmeyecekti belki de. Bu durum kötü bir şey olmak durumunda da değil tabii. Sanatın farklı coğrafyalarda farklı anlamlara sahip olması hem güzel hem özgürleştirici bir şey.
“Minör Kahramanlıklar”, 24 Ekim’e kadar Galeri Zilberman’da.