Pi Artworks, 1 Ekim-5 Kasım tarihleri arasında Yuşa Yalçıntaş’ın ilk kişisel sergisi “Causa Sui”yi ağırlıyor. Yarattığı mimari konsept gereği sergi mekânını sezgisel bir tapınağa dönüştüren sanatçı, izleyiciyi medeniyetlerin doğuşundan başlayarak varoluşsal ikilikler üzerine düşünmeye davet ediyor. Çizim ve desenleriyle tanıdığımız Yuşa Yalçıntaş’ın bu sergide bir video işinin yanı sıra ilk kez deneyimlediği heykel çalışmaları da yer alıyor.
“Causa Sui”, ilk kişisel sergin. Ne zamandan beri bu sergi için hazırlanıyorsun?
Bu sergi ve konsept üzerine 2015'te düşünmeye başladım. Aslında şöyle, 2014 yılında askere gittim. Döndükten sonra bir süre hiçbir galeriyle anlaşmadan, atölyeme kapanıp kendi kendime kafamdaki sergi konseptini oluşturdum. 2014'ün yazı gibi fikirler yavaş yavaş oturmaya başladı. 2015 yazında ise Pi Artworks’le çalışma kararı aldık. Sergide yer alan en eski tarihli iş olan ve tüm projenin başlangıcı kabul ettiğim Genesis de zaten ilk kez Contemporary Istanbul 2015’te Pi Artworks'ün standında sergilendi.
Sergideki eserlere baktığımız zaman yatılı okul tecrübenin epey baskın olduğunu görüyoruz. Kompozisyonlardaki tüm çocuklar üniformalı. Ama anlaşılan, yatılı okulun yanı sıra askerlik de üniformalı çocuklar yaratma fikrini tetikledi?
Ben zaten askerliğe o yüzden gittim. Üzerine en çok düşündüğüm kavram hep kurallar oldu. Üniversite dönemimin başından beri oyunlarla da hep ilgilendim. Oyun üzerine kafa yordukça oyunun kurallarını düşünür oldum.
Kurallar üzerine düşündükçe oyunların ritüellerle olan bağlantısı ortaya çıkmaya başladı. Ritüellerin de herkesin uyması gereken kuralları var. Örneğin bir tapınağa, mabede girerken uygun şekilde hareket etmelisin, kıyafetin kurallara uygun olmalı. Tüm bu oyun, kural, ritüel irdelemelerim bir araya geldi ve medeniyetleri araştırmaya başladım. Medeniyetleri din ve para başta olmak üzere birkaç etmenin şekillendirdiğini fark ettim.
Yarattığın bu dünyanın, konseptin de özgün kuralları var mı?
Oluşturduğum bu dünyanın temel bileşenleri mimari yapılar ve çocuklar. Kurallar üzerine düşünürken, “Neden her şeyin bir kuralı olmak zorunda?” diye sorgularken ben de kendime birtakım kurallar koymaya başladım. Sinemadaki Dogma 95 akımından epey etkilendiğimi de burada mutlaka eklemem gerek. Aldığım bütün akademik eğitimi bir kenara itip yeni bir dil oluşturmak için kurallara ihtiyacım vardı. Mesela benim çizimlerimde gölgeler olamaz. Hiçbir yere gölge düşmez çünkü ışık her yerden gelir. Arka plan zaten bu yüzden sürekli beyazdır. Bu ve bunun gibi birçok kural var eserlerimde.
Bu kurallar nasıl doğuyor peki? Neden gölgeler düşmüyor, çocuklar oturamıyor?
Aslında var olan her şeye, çocukların tüm hareketlerine kullandığım perspektif karar veriyor. Tüm nesneler, figürler ona göre şekil almak durumunda kalıyorlar, bir öge öteki ögenin kuralını koyuyor. Bir zorunluluk durumu var.
Peki oyun ve ritüele olan ilgin en başından beri mi var yoksa bu ilgi yaşadığın bir durumun tetiklemesi sonucu mu ortaya çıktı?
Aslında her şey birbiriyle bağlantılı. Sanat, sanat tarihi, felsefe, insanlık tarihi, antik medeniyetler, hepsi bir bütün. Aslında benim için işin kökeni, çizimi araştırmaya başlayışım. Üniversitedeyken de çizim yapıyordum; mezun olduktan sonra sanatımda da bu geleneği devam ettirmek, çizimden ilerlemek istedim. Çizimin kökenini araştırırken ilk insanların mağara duvarlarına çizdikleri desenlere, resimlere, çizgilere baktım ve bunların büyüyle ilişkisini gördüm. Büyü yapmak, dua etmekle, arzu etmekle, istemekle alakalı. Madde dünyası daha en başından beri metafizik olanla doğrudan bağlantılı. Zaten bu yüzden ben bu ikisini birden kullanıyorum eserlerimde.
Bir de bütün coğrafyalarda aynı olgular çıkıyor karşımıza. Temelde hep bir kutsallaştırma motifi var. Bu durum, göçebelerde de yerleşik toplumlarda da böyle. Kutsamanın altında da doğaya duyulan hayranlık var aslında.
Eserlerinde oranlarıyla oynanmış mimari yapılar da var...
Evet doğru, mimariye de yakından ilgi duyuyorum. Çünkü hayat, mimarinin elverdiği sürece mümkün. İnsan vücudu, damarlar, şehirler, yollar... Hepsi mimariyle alakalı.
Eserlerim aracılığıyla oluşturduğum dilde en baskın olarak kullandığım araç aslında mimari. Figür ve objeleri her zaman bir yapı içine koyuyorum. Böylece oluşturduğum şekil hem bir ev, mimari yapı, mekân gibi görünüyor hem de bu oluşum, kendi içerisinde bir objeymiş hissiyatı yaratıyor. İşin içinde biraz yabancılaştırma çabası da var. Desenlerimdeki yapıların tam olarak nasıl ve ne olduğu asla çözülemiyor. İşin içinde sürekli bir gizem var.
Zeynep Sayın, Pavel Florensky'nin Tersten Perspektif adlı kitabının çevirisinde bu durumu çok güzel açıklar. Doğrusal perspektifle yapılmış bir Meryem resmine baktığımızda ilahi ışık, kişiden çıkıp Meryem'in yüzüne yansır. Çünkü perspektif izleyiciye göre dizayn edilmiştir. Ama bir ikonaya baktığımızda ilahi ışık, ikonadan çıkıp izleyiciye yansır. Bu tamamen perspektiften kaynaklanan bir durum. Fotoğrafın birçok açısının göründüğü, tek bir yönle sınırlı kalmadığımız, görülmesi imkânsız açıları da gördüğümüz için bu figürlere baktığımızda biraz heykel gezer gibi bir hissiyat oluşuyor.
Bu sergi geçmişten bir hikaye mi anlatıyor yoksa geleceğe dair kehanette mi bulunuyor emin olamıyorum...
Bu çocuklar, okul zamanı kütüphanede baktığım eski çocuk kitaplarından kafamda kalmış karakterler. 1950-1960'lardan kalma, yerli ve yabancı çizim kitaplarıydı bunlar, en çok onları severdim. Ama bu çocuklar 1950-1960’ları yansıtmıyor elbette. Çizimlerimdeki zaman aslında kayıp. Özellikle taşlardan, yapılardan ve özellikle ritüellerden dolayı geçmiş gibi görünüyor ve işin içinde arkaik bir his var. Ama öte yandan da gelecek zamandan kareler izlenimi yaratıyor. O yüzden bu sahnelerde kimin ne yaptığını, mekânların ne olduğunu tam bilmediğimiz gibi, sahnelerin hangi zaman diliminde geçtiğini de tam olarak bilemiyoruz. Belki farklı gezegendeki bir medeniyete ya da Sümerlere, Moğollara bakıyoruz. Kesin olan şu ki bilmediğimiz bir topluma bakıyoruz.
Ama şunu da eklemem gerekir ki bu kompozisyonları oluştururken en nihayetinde kendi gözlemlerimden yola çıkıyorum ve aslında bizim medeniyetimizi anlatıyorum. Bütün inançlardan topladıklarımla oluşturduğum, alternatif bir tapınma alanı gibi düşünülebiliriz bu kompozisyonları. Kendi içinde oyunlarıyla, kurallarıyla bambaşka evrenler, gerçeklikler bunlar.
Tek bir çocuğun farklı hallerini mi görüyoruz eserlerinde? Yoksa hepsi birbirinden farklı çocuklar mı var bu kompozisyonlarda?
Bu çocuklar birbirine çok benziyorlar ama aynı çocuğun farklı halleri kesinlikle değiller. Hepsinin birbirine benzemesi, kültürlerin oluşmasıyla doğrudan alakalı. Yaşamda her şey birbirini yansıtarak oluşur. Biz de şu an seninle konuşurken bir bakıma birbirimizi oluşturuyoruz... Kültürel açıdan da durum farklı değil; çocuk, anne ve babasını kopyalıyor, doğaya baktığımızda da hayvan aynısını yapıyor. Karakterlerimizi, kültürlerimizi kopyalayarak oluşturuyoruz. Aksanlar, farklı bakış açıları... Bunların tümü böyle ortaya çıkıyor.
Çocukların birbirine aşırı benzemesi aynı zamanda minyatürlerle de yakından ilişkili. Sadece minyatür sanatını değil; gotik sanatı, Rönesans öncesi Batı sanatını çok okuyorum ve sürekli inceliyorum. Bu yüzden artık kafamda şablonlanmış gibi bir çocuk karakteri oluştu. Minyatürlerde hep aynı kafaları, Meryem temsillerinde hep aynı Meryem simasını gördüğümüz gibi benim eserlerimde de hep birbirine benzeyen çocuklar görüyoruz.
Peki bu çocuklar senin zihnine nasıl düşüyorlar? Yaptıkları işi yaparken mi beliriyorlar yoksa sen sonradan onlara bir iş bölümü mü yaptırıyorsun?
Kompozisyon zihnimde tamamen bitmiş haliyle oluşuyor.
Oyun olgusuna duyduğun ilginin sonrasında mı çocuklar temel karakterlerin haline geldi?
Bu tercih, davranış bilimiyle doğrudan alakalı. İnsan davranışlarının kökeninin çocuklukta gizli olduğunu düşünüyorum. Altı yaşına gelene kadar bir çocuğun karakteri büyük ölçüde oluşuyor. Çocuk kopyalayarak, belirli davranış biçimleri sergileyerek, poz vererek öğreniyor ve benliğini oluşturuyor. Bunların tümü kendi içinde birer ritüel. Gündelik hayatımızdaki her şey de ritüel olarak düşünülebilir zaten. En basitinden bir dilek tutarken bile metafizik dünyanın güçlerini yardıma çağırıyoruz. Tüm bunlar ve benim de bu olayları analiz etme biçimimden dolayı oyunlu bir anlatım tercih ediyorum. Oyun çok ilginç bir olgu çünkü biraz da kayıp bir zaman dilimi. Kimse kazanmıyor, kaybetmiyor. ‘-mış gibi yapma’ hali. Ki sadece insanlar değil, hayvanlar da oyun oynuyor.
“Causa sui” Spinoza’nın sıklıkla kullandığı, ‘kendi kendisinin sebebi olan şey’ anlamına gelen bir kavram. Sergi için bu kavramı neden uygun gördün?
Spinoza'nın “Etica”sı bu serginin temelini oluşturuyor. Yaşam bir paradoks üzerine kurulu ve dört temel elementin hem yapıcı hem yıkıcı özelliği var. Bütün varlıklar bunların bir araya gelmesinden oluştuğu için, var olan her şeyin de hem yapıcı hem yıkıcı özellikleri var. Bunu iyilik ve kötülük gibi bir ikilik üzerinden okumuyorum. İyilik veya kötülük, yapıcılık ve yıkıcılık gibi ikiliklerden değil; birbirini oluşturan, yaratan, biri olmadan diğerinin de olamayacağı bağımlılık halinden bahsediyorum. Bu yaklaşım, pagan anlayışında da kendine yer bulur. Tanrının, doğanın ve insanın aslında aynı kökene dair olduğu, her varlığın bir bütün olduğu düşüncesine panteizm diyoruz. Her şey gibi bu da kendi içinde bir paradoks. Benim çizimlerimde de birçok paradoksal unsur var. Sürecin sonu gibi görünen bir sahne, başlangıcı olabiliyor. 'Kendi kendinin nedeni olan şey’ tanımı, zamansızlığın içinden çıkan zamana da işaret ediyor. Sonra nedensizliğin içinden neden çıkıyor. Aydınlık ve karanlık, yapıcılık ve yıkıcılık oluşuyor. Zıtlıklar üzerinden hayat doğuyor.
O hassas dengedeki elementlerden biri fazla olduğunda da yok olma tehlikesi ortaya çıkıyor...
Evet, zaten bu yüzden tüm bu dengeyi doğanın kendi içinde oynadığı bir oyun gibi de görüyorum. ‘Neden oyun var?’ diye sorarsak cevabı doğada gizli. Oyun var çünkü kendinden dolayı var. Çünkü neden var olmasın? Var işte. Antik medeniyetlerden başlayarak her şey oyunlar ve oyuncaklar üzerine kurulu. Oyuncaklar aracılığıyla iletişim kuruyor çocuklar ve vücutlarını nasıl kullanacaklarını da böyle öğreniyorlar. Ayrıca metafizik dünya ile madde dünyası arasındaki bağlantıyı kurmayı da öğreniyorlar. Oyun esnasında yaşanan tüm o duygular, vücudumuz içindeki enerji seviyelerini tetikliyor. Bu haliyle hayatın pratiği gibi oyun.
Kompozisyonlarındaki çocuklar çekik gözleri ve yuvarlak hatlı suratlarıyla Asyalı izlenimi yaratıyor. Rönesans öncesi Batı sanatını da incelediğini söylemiştin, Asyalı prototipini seçmenin özel bir nedeni var mı?
Ben eskiden çok fazla manga okuyordum. Manga tekniği, Batı'nınkinden farklı. Çok daha minimal çizgiler ve şablon tipler görüyoruz manga çizimlerinde.
Üniversitenin iki senesi boyunca çok fazla manga okuyup sonra minyatüre yöneldim. Ben de kendi işlerimde kullanacağım tipler için benzer bir şablonlaştırma ihtiyacı hissettim. Ama bu tiplerin Asyalı olduğunu söylemek doğru olmaz çünkü hiçbir yerli değiller. Sadece Asyalı görüntüsüne sahipler. Biraz da oyuncak bebek gibiler.
Zaten oyuncak bebekle gerçek çocuk arasında da çok fark yok benim kompozisyonlarımda. Tüm karakterler dondurulmuş kişiliklere sahipmiş gibi bir hava yaratmaya çalışıyorum. Herkesin her şeyi bildiği, bu yüzden konuşmaya gerek duymadığı, sistemin bir makina gibi tıkır tıkır işlediği, mükemmellikte dondurulmuş bir alan, bir gerçeklik yaratıyorum.
Bu sahnelere bakınca karakterlerin hep bir performans sahneledikleri izlenimine kapılıyorum. Biz bu tiplerin hayatlarından bir kesite mi seyirci oluyoruz? Görmediğimiz kısmında bu tiplerin kendilerine ait birer hayatı da var mı?
Evet ama o hayatın da yine gördüğümüzden farklı olup olmadığından emin olamıyoruz. Belki orada da poz veriyorlardır. Bilmiyorum. Belki de o da bir performans.
Çoğu siyah beyaz olan figürlerin arasına bazen renkliler de karışıyor. Renkliler, siyah beyaz olanlardan ne şekilde farklı?
Siyah beyaz ve renkli olmaları konuya göre değişen bir durum. Çocuklar arasında bir derecelendirme var; kimileri daha bilge, kimileri öğrenci. Ancak bu hiyerarşinin de iki yüzü var, izometrik uzamda oldukları için hepsi aynı orandalar.
Serginin kurgusunu bir tapınak gibi yaptığını biliyordum fakat sergiyi gezince fark ettim ki yerde işaretler var ve bu sergiyi gezmenin de hissedilir kuralları var. Sergi alanına nereden girileceği, eserlerin hangi yöne doğru gezilmesi gerektiği hep önceden belli. Burada da hiyerarşik bir ilişki kuruyorsun aslında ve oyunun kurallarını sen koyuyorsun, değil mi?
Evet, buradaki kült lideri benim. Dediğim gibi bu serginin kendisi de bir kült ve çok sayıda sembolik içeriği bünyesinde barındırıyor. Sezgisel bir tapınak burası. Fiziksel yansımaları da var ama çoğunlukla sezgisel. Parçaların birçoğunu izleyicinin bulup bir araya getirip çözmesi gerekiyor. Oyunun kurallarını ise ben koyuyorum.
Serginin girişindeki işaretle mi başlıyor oyun?
O simgenin yapıştırıldığı duvar, aslında sergi yazısının bulunduğu duvar. Ben sadece bu simgeyi yapıştırmayı tercih ettim çünkü eserlerimde hiçbir şekilde yazı, harf veya bilindik, popüler logolar kullanmıyorum. Serginin de tamamı böyle şifreli bir konseptin üzerine kurulu.
Yarattığın bu evrende cinsiyete yer var mı peki?
Aslında bu çocuklar cinsiyetsiz. Özellikle “Genesis” resminde, ortada durup kapıyı açmak üzere olan çocuk, Yaradılış Hikayesi’ne göre altıncı günde yaratılan Adem ile Havva'yı temsil ediyor. Normalde yaradılışı anlatan temsillerde Adem ve Havva birlikte ama ayrı birer insan olarak resmedilir. Benim çizimimdeki o tek çocuk ise hem Adem’i hem Havva'yı temsil ediyor. Cinsiyetsiz bir durum var ortada.
Bu yapıları çocuklar inşa ediyor ve toplumsal cinsiyet rollerine göre kız çocuğu bazı işleri yapamaz. En azından yapması istenmez. Kız çocuklarından güçlü olmaları, iş yapmaları değil, prenses olup prenslerinin yolunu gözlemeleri beklenir. Ama burada çok farklı bir tutum var. Modernizmin getirdiği cinsiyetler arası iş bölümü yok benim kompozisyonlarımda. Herkes her işi yapıyor. Zaten çocukların kıyafetleri arasında da cinsiyete dayalı öyle bariz farklar yok.
Çocukların ailelerinin nerede olduğu hakkında bir fikrimiz var mı?
Bu da sistemin başka bir paradoksu. Bunlar birer çocuksa anne ve babaları da olmalı ama neredeler? Yetişkinlere bu evrende yer yok, olmayacak da hiçbir zaman. Bu yüzden çocukların varlıklarının başlangıcı da bir soru işareti. Aile olgusuna yer yok bu evrende. Tüm sistemi kontrol eden, devam ettiren hep çocuklar. Her şeyi biliyorlar ya da kendi kendilerine öğrenme aşamasındalar.
Eserlerinde kelime veya harflere yer vermiyorsun. Peki çocukların dünyasında sözcüklere yer var mı? Onlar birbirleriyle konuşuyorlar mı?
Gnostik düşünceye göre şekilleniyor bu evrendeki iletişim. “Sezgi yoluyla bilgiye ulaşılabilir” diyen gnostik düşünceye göre her şeyi bilmek mümkündür. Bu çocuklar da hiç konuşmadan, kendi aralarında sezgisel olarak iletişim kuruyorlar. Sadece geometrik semboller, hareketler ve sezgisel iletişim kanalları var kompozisyonlarda. Yapılması gerekeni birinden öğrenmiyor, kendi kendilerine seziyorlar.
O zaman ne kadar basit görünseler de bizden çok daha gelişmiş bir toplum bu?
Antik medeniyetler de geri kalmış olarak atfedilir ama tam tersi çok ileri teknolojilere sahiptiler! Bizim anlayamayacağımız kadar gelişmiş varlıklardı onlar. Mayalar, Aztekler, Eski Mısırlılar, hepsi...
Son olarak biz seni çizimlerinle tanıyoruz. Bu sergide ise heykeller ve bir de video işi var. Farklı medyumlara seni yönelten ne oldu?
Kompozisyonlarımdaki objelerin, figürlerin heykellerini yapmam gerek diye düşündüm, böyle bir sorumluluk hissettim, dokularının nasıl olduğunu göstermek istedim. Beton ve alçıdan yapılmış, üzerinde ahşap deseni olan, tek parça yapılar bunlar. Çizimlerdeki dünyada olsak bu nesnelerin bize nasıl görüneceğine dair izlenimler yaratmak istedim. Yani heykeller, bu evren hakkında birer ipucu.
Video ise şimdiye kadar ürettiğim ikinci animasyon. Bütün konuyu özetleyen, süreci yansıtan taslak gibi düşünebiliriz bunu. Ayrıca çizim zaten her medyumla doğrudan bağlantılı; mimari de heykel de çizgilerin üzerine kurulu. Dolayısıyla diğer medyumlar, nasıl düşündüğümü ve aslında ne ile ilgilendiğimi göstermek için birer araç.